Beyaz yakalıların psikososyal dayanışma ilişkileri: Plaza Eylem Platformu etkinlikleri

psiko-sosyal

14-16 Ekim 2016’da Mersin’de gerçekleşen 5. Eleştirel Psikoloji Sempozyumu için hazırladığımız metni burada da paylaşmak istedik. İyi okumalar…

 

Beyaz yakalıların emek örgütü olan Plaza Eylem Platformu adına söz alıyorum. Emek cephesinin bir parçası olan beyaz yakalılar alanının dayanışma deneyimlerini ve bu konuda PEP’te yapmakta olduğumuz bir tartışmayı aktaracağım. Bu tamamlanmamış bir tartışma, birlikte tartışmayı diliyoruz.

Bugünün çalışma düzeni, duyguları işe koşuyor. Bunu sadece “duygusal emek” kavramının ima ettiği gibi duyguları bir hizmet veya ürün olarak, mesela müşteriye gülümseme veya bazen de sert çıkma zorunluluğu bağlamında düşünmek yetersiz olur. Ancak duyguların bir “araç” olarak, motivasyon ve verimlilik için kullanıldığını tespit etmek de yetmez. Duygulanım, iş yeri için emek gücünün disipline edilme, yönetilme teknikleri içinde merkezi bir yere sahip bugün: Çalışanların kendi kendilerini yönetmeleri bekleniyor. Kişinin kendi duygularını yönetmesi, kişiliğini kontrol altına alması bekleniyor -ve elbette bunun iş yaşantısıyla da uyumlu olması gerekiyor.

Bunun sonucunda çoğunlukla karikatürize edildiği gibi robotlara dönüşmüyoruz elbette: Kişiliğimiz ortadan kaldırılmıyor. Aksine, kişiliğimiz “işe koşuluyor”, yani hayatımız boyunca oluşturduğumuz ve kendimizi tanımladığımız kişiliğimizin “işteki ve hayattaki başarıya” uyumlu hale gelmesi bekleniyor. Bunun için de, eskisi gibi sabit olması değil, değiştirilebilir olması gerekiyor. Bugünün hızlı çalışma hayatında çok tutulan “ya sevdiğin işi yap, ya da yaptığın işi sev” mottosu, “olduğun gibi görün veya göründüğün gibi ol” mottosundan çok farklıdır. İkincisi bizi başkasının gözünde tutarlı görünmeye çağırırken, ilki duygularımızı çalışma yaşamımıza göre (veya inandırıcı olmasa da işimizi duygusal yaşantımıza göre) uyarlamamızı öğütler. Artık mezun olunca girip emekli olana kadar çalıştığımız işler yok. Sık sık işyeri, ara sıra sektör değiştiren, her işle veya sektörle birlikte kişiliğini de gözden geçiren beyaz yakalılar var.

İş dünyasının bu becerisinin altında, çalışanların özgür, bağımsız bireyler olma ve sosyal ilişkiler kurma arzularını sömürecek araçlara sahip olabilmesi yatıyor. Çalışmasız olamayan bir yaşamada, yaşamanın kendisi işyerine davet ediliyor. İşteki/hayattaki başarının sırları, “kişisel gelişim” yazınıyla kamusallaşıyor, günlük hayatta, aile hayatında uygulanabilir oluyor. İşyerinin “hizmet içi eğitim”in yerine koyduğu -ve bazen de çalışanlarına parayla sattığı- eğitimlerle ve iş arkadaşları arasındaki sosyalleşmeyi bile onlar adına düzenlediği etkinliklerle bireylik ve kolektivite deneyimleri işyeriyle birebir bağlantılı hale getiriliyor: birbirimize maaşlarımızı söyleyemeyiz ama şirket pikniğine birlikte gidebiliriz.

Ancak madalyonun bir diğer yüzü daha var: duygularımızı ve kişiliğimizi yönetmek için kullanacağımız araçlar ve yöntemler yine kendi elimizde bulunuyor. İşyeri toplumsal bir alan olarak, kolektif anlam dünyamızın bir parçasıdır. Duyguları her gün daha fazla işyerine davet etmenin sonucu, işin de daha fazla hayatla sınanması oluyor. İlk olarak, burada ayrıntısına giremeyeceğiz ama duygu yönetimi becerisi işyerlerinde bireysel direnişin, çalışmaya ayak diremenin imkânlarını zorlamaya fırsat veriyor. İkinci olarak, çalışanlar, sadece şirketler dünyasının sunduğu ve izin verdiği sosyal etkinlik ve “kişisel gelişim” imkânlarıyla yetinmeyip kendi seçtikleri sosyal ortamlarda bireysel özgünlükleriyle var olma yolları ve kalıcı dayanışma ilişkileri geliştiriyorlar. Bu etkinlikler ve ilişkilerde yine yönetimsel öğütler iş başında olabiliyor. Bunlar sadece, mesela ekstrem sporlar veya yoga benzeri fiziksel ve duygusal performansın zorlandığı etkinlikler gibi, veya yurtdışı tatilleri gibi, işten ve işin gerektirdiği kişilikten dışarıda olmakla, hatta bazen de -mistik gruplarda olduğu gibi- kaçış adacıkları yaratmakla sınırlı da değil. Burada sunacağımız Plaza Eylem Platformu faaliyetlerinin, beyaz yakalıların kendi aralarında geliştirdikleri psikososyal dayanışma ilişkilerine örnek oluşturduğunu iddia edeceğiz.

Psikososyal destek ve dayanışma, genellikle bireylerin ruhsal durumlarının toplumu ilgilendiren, bir bakıma toplum üzerinde bir borç oluşturan değişimlerine karşı, yani genellikle afet, savaş gibi travmatik toplumsal durumlara karşı geliştirilen profesyonel müdahaleleri ifade etmek için kullanılıyor. Bir anlamda psikoloji, aciliyet durumlarında toplumsalla birleşiyor, birlikte düşünülüyor. Ancak çalışanların duygulanımsal yaşantılarının da toplumsal bir borç ilişkisi içinde düşünülmesi mümkün. Çalışma sadece iş cinayetlerine ve fiziksel tahribata sebep olmakla kalmıyor, kişilik ve manevi bütünlük üzerinde de bir tahribat yaratıyor. İşyeri intiharlarının ve duygu durumu düzenleyici ilaçların yanlış kullanımının, bugünkü “kendini yönet” önerisine başarılı yanıt verememekle ilişkisi üzerine düşünmeye değer bir ihtimal, ama “aciliyet” durumuna ve ciddi tahribata ulaşmadan önce yapılacak çok şey var. Çalışanların duygusal yaşantılarına destek amacıyla yapılacak “profesyonel müdahale” için, aciliyet durumuyla iyice görünür ve kaçınılmaz olmuş bir toplumsal borcun oluşmasını beklemektense, günlük hayatın sadece çalışma yaşamının ve iş disiplininin gereklerine göre düzenlenmesine müdahale edecek kolektif araçları -konvansiyonel, alışıldık ekonomik ve siyasal araçlardan farklı, psikososyal araçları- üretmenin vakti geldi. Bugünün “sendikası” psikolojik bir mücadele vermek zorunda.

PEP’in ortaya çıkışını ve örgütlenmesini de bu bağlamda ele almak mümkün. PEP, 2008’de başta IBM’deki olmak üzere çeşitli işçi direnişlerine destek olmak için beyaz yakalıların bir araya gelmesiyle kuruldu. Ancak Tekel direnişiyle birlikte, beyaz yakalıların kendi emek örgütünü kurmak için haftalık toplantılar yapmaya başladı. Bu toplantılar burada ilk olarak ele alacağımız PEP Aylık Toplantılarının işlevini görüyordu. Aylık Toplantılarda olduğu gibi bu ilk toplantılarda da çalışanlar toplantının büyük bölümünde işyerindeki sorunlardan ve duygusal yaşantılarından bahsediyorlardı. Bu sohbetlerin, çalışanların aralarındaki bir dertleşme ve deneyim alışverişi olmaktan daha geniş bir işleve sahip olduğunu iddia ediyoruz. Bu toplantıların kendisi beyaz yakalılar için bir deneyim oluyor. İşyerinde başarı uğruna zayıflıklarını gizlemek zorunda kalan, yoğun bir hiyerarşiye tabi olan beyaz yakalılar bu deneyim alanında işyerindeki konumları birbirinden ne kadar farklı olursa olsun zayıflıklarını birbirine gösterme, birbirlerinin yanında “zayıf” görünebilme imkânı buluyorlar. Bu da, işyerindeki hiyerarşinin aksine, bu hiyerarşiye karşı çatışma imkânı da sunan bir eşitleşme, eşitlik deneyimi oluşturuyor. Yani bu sohbetler beyaz yakalıların sorunlarına çözüm aramalarıyla sınırlı kalmıyor, bir soruna karşı -çalışma acısına karşı- kolektif bir çözüm deneyimi haline geliyor. Bu atölyelerde yine eşitlik, toplantı öncesi toplantıda riayet etmek üzere ortaya konmuş “politik doğrucu” bir ilke olmuyor, toplantının işlevli olabilmesi için bir zorunluluk ve kolektif bir deneyim haline geliyor. Yerleşmiş eşitsizlikler ve iş yaşamından taşınan işlevsiz davranışlar bu toplantılarda ister istemez sınanıyor. Yani bu toplantıların çatışmadan, eşitsizlikten, egolardan ve olumsuzluklardan azade bir “cennet vaadini” gerçekleştirdiğini söylemiyoruz, aksine çatışma bu toplantılardan dışlanmıyor, ancak daha fazla dile gelme ve açığa çıkma imkânı buluyor. Bu sohbetler PEP etkinliklerini iş yaşamıyla iş dışı yaşamı birbirinden ayırt etmeden düzenlemenin ipuçlarını sunuyor.

PEP, toplantılarında ister istemez ortaya çıkan bu ihtiyacı ve işlevi, kendiliğinden bir gelişime terk etmeyerek düzenleme inisiyatifi de gösterdi. Sunumda ikinci olarak ele aldığımız Deneyim Paylaşımı Atölyeleri, iş başvuruları veya performans gibi önceden belirlenmiş konularda deneyimlerin paylaşıldığı ve bu konularda kolektif mücadele için kavramsal araçların üretildiği toplantılardır. Deneyim paylaşımı atölyeleri konularını sadece “akademik” veya “politik” olarak ele alıp geliştirmez, katılımcıları açısından bizzat bu konulardaki sorunlar için tabiri caizse “iyileştirici” bir rol oynar. Atölyeler, bu anlamıyla psikososyal dayanışma araçlarıdır.

Gerçekten de Deneyim Paylaşımı Atölyelerinin ilk denemelerinde ve yapılandırılmış sonraki atölyelerde TODAP üyesi psikolog arkadaşlardan hatırı sayılır bir destek gördük, kendilerine teşekkür ederiz. Psikolog arkadaşlarımızın atölyelerimize katılımcı olarak gelip konuşulan konularda yorumlar yapmaları sohbetlerin niteliğini yükseltti. Bu atölyelerde “yanlış antidepresan kullanımının zararlarından” bahsetmedik veya psikolog arkadaşların tavsiyelerini almadık ama antidepresan kullanımının anlamları üzerine konuştuk, deneyimlerimizi aktardık. Psikolog unvanının yaratacağı hiyerarşiden azade, katılımcıların “sorunlu, hasta” konumuna yerleşip “doktor”dan beklenti içine girmediği, psikoloğun ancak bir bankacı, bilişimci gibi kendi mesleğiyle gelip kendi deneyimlerini sunduğu bu toplantıların psikolog arkadaşlar için de keyifli olduğunu umuyoruz.

Psikolog arkadaşlarımızdan destek aldığımız bir başka çalışma da istenatildim.org sitesi ve işten atılanlar arasında “işten atıldım …ama yalnız değilim” sloganıyla sunduğumuz destek ve dayanışma hizmeti oldu. Sitenin işleyişini kısaca anlatayım: İşten çıkarılanlar sitedeki formu doldurarak destek talebinde bulunuyorlar, site gönüllüleri de hukuki bilgiler ve destek mesajıyla cevap veriyorlar. Site, işten çıkarmayı zorlaştırmayı ve işten çıkarılanlar arasında duygusal bir destek ağı kurmayı hedefliyor.

Siteyi kurarken işten atılmanın bugünün çalışma düzeninde yönetimsel bir araç olarak kullanıldığı tespitinden yola çıktık. İşten çıkarılan işçilere her ne kadar bunun kendi suçları olduğu söylense de, çok çeşitli stratejilerle herkes işten çıkartılıyor. “Yalnız değilim” dememizin sebeplerinden biri buydu. Ancak başvuruların ve sitenin yaklaşımı giderek daha fazla çalışanların duygusal ihtiyaçlarına odaklandı. İşten atılma, mevcut yasaların ve uygulamaların, toplumsal damgalamanın ve kişinin ekonomik kaynaklarını yitirmesinin sonucunda yalnızlık duygusuna itiyor. Bu duygusal yıkım, temelinde sınıfsal eşitsizlik olan toplumsal bir adaletsizlikten kaynaklanıyor. Atılan işçinin duygusal ihtiyaçları, toplumsal bir hak oluşturuyor.

Bu toplumsal olarak karşılanması gereken duygusal ihtiyaç, sevenlerimizin tesellilerinden ve öğütlerinden farklı, kamusal bir çerçeve gerektiriyor. TODAP’taki arkadaşlarımız, İşten Atıldım’ın işçilerle kuracağı iletişimi geliştirirken yardımcı oldular. Bizim şirketlerden ve aileden öğrendiğimiz, işten atılma anında oluşan paniği yumuşatmaya yönelik olarak duyguları kontrol etmeyi öneren “sakin ol”, “bu sadece senin başına gelmiyor” cümleleriyle ifade edebileceğimiz ilk yaklaşımımızı birlikte düzelttik. İşçilere duygularına sahip çıkmayı önermeye başladık ve toplumsal zamanın en önemli parçasını işgal eden ve işle iş dışı hayatı birleştiren işyerinde duygulanımların paylaşılabilmesini bir hak olarak kurmayı hedefledik.

Bu haliyle İşten Atıldım çalışması, özel türde bir kamusal hizmettir: Toplumsal talep üretmeye, dayanışma ilişkileri geliştirmeye ve işten atılmayı zorlaştırarak çalışanlar lehine bir politikanın ve yeni hakların üretilmesini sağlamaya çalışır. Bu kamusal hizmet, mevcut konjonktürde, yani bu yeni haklar sosyal ve politik haklar olarak kendini kabul ettirmediği sürece “kamu iradesi” tarafından karşılanmayacağı gibi özel kuruluşlara da devredilemez. Ancak çalışanlar, ruhsal hayatlarını dikkate alan katılımcı bir dayanışmanın örgütlenmesiyle bu hizmeti profesyonel anlamda geliştirebilirler.

Sonuç olarak, beyaz yakalıların PEP bünyesinde gerçekleştirilen saydığımız etkinliklerinin önemli psikososyal dayanışma örnekleri oluşturduğunu iddia ediyoruz. Bu etkinlikler, (1) katılımcıların iş hiyerarşisinin yarattığı çatışmalar denetlenmeden veya dışarıda bırakılmadan (2) onlara karşı eşitleşme deneyimi edindiği, (3) bitimsiz bir rekabet uyarısına karşı duygulanımlarını, bazen de onları zayıf gösterecek özelliklerini rahatça sergiledikleri, (4) yakınlık bağı gerektirmeden, aileyi taklit etmeden sınıfsal eşitsizliğe karşı “arkadaşlık ilişkileri” kurabildikleri, (5) duygusal ilişki ve ihtiyaçları toplumsal hakka dönüştürebildikleri alanlar oluşturuyorlar.

Bu alanlara profesyonel bilgi ve deneyimle dâhil olmanın çok değerli sonuçları olacağını umuyoruz. Bu örneklerdeki öz, birçok şekilde tekrarlanabilir ve aktarılabilir çıktılar verebilir. Bizim aklımızda bu çalışmalarımızı zenginleştirecek türlü fikir var: Örneğin psikodramanın kullanılması, PEP’ten bağımsız da olabilecek şekilde işçiler arasında deneyim paylaşımı toplantılarının çoğaltılması gibi. Ancak psikolojinin artık reddedemeyeceğimiz oranda sınıf mücadelesinin bir alanı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor: Kişinin benlik üretiminin sömürülebildiği, insan tanımının herhangi bir öze referansla yapılmayıp insanın çalışma ilişkilerince yeniden yeniden tanımlanabildiği bir dünyada sınıf mücadelesi eşanlı olarak ekonomik/sosyal ve politik olduğu kadar psikolojik düzeyde de gerçekleşmektedir. Bu mücadeleyi bireyin dayanma gücüne terk etmemek başta profesyoneller olmak üzere hepimizin toplumsal borcudur.

 

16 Ekim 2016 – Mersin – 5. Eleştirel Psikoloji Sempozyumu

 

Bir cevap yazın