Ekim Mülayimoğlu*
Herkese bolca merhaba, ben de evden çalışma sisteminin dördüncü haftasına girerken bir Pazar akşamı oturup bu geçirdiğim günleri yazmak istedim. Evden çalışma halinin somut koşullarına gelmeden, genel hissiyatımın şükür etme zorunluluğu ve bıkkınlık arasında bir yerde olduğunu söylemem gerekir. Zira evde olup virüsü hem kapmama hem de yaymama imkanına sahibim; bu açıdan fiziksel olarak korunaklı bir yerdeyim. Ama bir yandan da mekanın sınırları keskinleşirken; zamanın uçsuz bucaksız bir hale büründüğünün ve maillerin, iş telefonlarının sonsuza uzanan bir düzlemde bana nasıl da kolay ulaşabildiğinin farkına varmış durumdayım.
Şükür konusunda şu an oturduğum yerden bir şeyleri söylemezsem içimde kalacak. İşini kaybetmiş olan ya da bulaş tehlikesine karşı sokağa çıkıp çalışmak zorunda olanlarla kıyaslanmaktan çok yoruldum. Eğer metanetli kalıp durumumun daha iyi olduğunun hakkını teslim edersem tuzu kuru olup sistemi işleten çarkların en büyük çeviricisi olmaya devam ediyorum; ama belirsizlikten, süre olarak daha fazla çalışmaktan, yemek haklarımın birden elimden alınmasından şikayet edecek olursam da bu dertlerimle çalışan sınıf içindeki önem sırasını boşuna işgal etmiş oluyorum. Bir mizah ya da nefret nesnesi olmadan bunları anlatmak gittikçe zor hale geliyor.
Günlük hayatımı anlatmak için başlamıştım, geri döneyim. Bu sürecin ikinci haftasında moral olarak daha iyi hissetme umuduyla tek başına yaşadığım evden aynı şehirdeki ailemin evine geçmeye karar verdim. Dürüst olayım, bu rahatlık adına bir seçim benim için. Belli bir düzeni olan normal bir evde sabah kalkmanın, yeme-içmenin, haber izlemenin ve konu komşu sohbetlerinin bu süreci benim için daha kolay kılacağını düşündüm. Şanslıyım ki annem babam sağlıklı, tüm o yemek, tatlı yapma, internetteki okey oyununda nasıl eş seçeceğine dair sorular sorma gibi klişe ve nostalji gibi görünen gündemler bolca gerçekleşiyor ve beni bu güvensiz ortamda güvenli kılıyor.
Günlük rutinim şu şekilde işliyor, 7:30’da alarmı kuruyorum, 7:50’ye kadar sürünüyorum, sonrası kalkıp yüz yıkama ve bilgisayarı açma. Skype’ta yeşil ışığım yanınca bir rahatlama geliyor, gidip kahvemi yapıyorum. Aile evindeki odamda eski çalışma masam var fakat bu iki haftada bir türlü oraya oturmak kısmet olmadı, pijamalarımla yatağın içinde kalmakta ısrar ediyorum. Şu kadar zamandır evden çalışmaya dair yüz yazı çıkmışsa doksan dokuzu bunun tersini tavsiye ediyor, ama ben tutunamadım bir türlü ona. Normal zamanda da hem iç hem de müşteri toplantısı bol bir işte çalıştığımdan bu toplantılar online toplantılara çevrilmiş durumda. Genellikle her toplantı öncesi kameralar açılacak mı gerginliği oluyor, konuştuğum herkes de aynısını söylüyor. Ben iş toplantıları için değil ama gün içinde iş arkadaşlarımla geyik için yaptığımız bir iki buluşmada giyinip makyaj yaptım, yalan yok 😊 Onlar için hazırlanmak daha keyifli geliyor.
İş akışında, sanki evden çalışmam lütufmuş gibi hissettiğimden midir nedir, işin “hakkını vermek” adına bilgisayar başından çok daha az ayrıldığımın farkına vardım. Bir işi alıp çok fazla uyaran olmadan üzerine çalışıp bitirerek değil de, parça başı, sürekli maile yanıt verilmesini gerektiren işlerde çalışan arkadaşlar daha iyi anlayacaktır. Ofiste ufak bir iki sözle halledilebilen her şey artık üçer beşer maile dönmüş durumda. Outlook’ta mavi satırlar biriktikçe bazen nefesim daralıyor, bir cam açıyorum, gidip anneme sataşıyorum ki o an uzaklaşsın ve ufukta kayboluversin. Masaya geri döndüğümde bazen başımın konumunu değiştirmeden iki saat kadar geçtiğini anlıyorum; bu durum elbette ofisteyken de başıma gelmekle birlikte burada kontrol edemediğim bir hal aldı.
Bir de normalden farklı olarak şirketin genel müdürü haftanın belirli bir günü herkese görüntülü olarak seslendiği bir konuşma yapıyor. Bu konuşma elbette motivasyonu yükseltmeye yönelik, ama temelde yazının başında belirttiğim şükürü zorunlu kılıp bu şükür hissinin gerekliliklerini de yerine getirmemizi amaçlıyor. Tarihi boyunca neredeyse kimseyi işten çıkarmamış olan kurum şu an işten çıkarma yapmamak adına zamlarımızdan feragat etmemizi, çalışsak bize izin kullanıp şirketin izin yükünü azaltmamızı söylüyor. İnsanların başbaşa kaldığı ikilem Dardennelerin “İki Gün Bir Gece” filmini anımsatır nitelikte; herkes halihazırda daha fazla çalışarak iş arkadaşının işten atılmama sorumluluğunu bireysel olarak taşıyacak. Durup düşündüğümde bizi 24 saat çalıştırmalarının önünde ne engel var, gerçekten bulamıyorum.
Yazıyı bitirirken bu hal ne zaman bitecek diye artık düşünmekten yavaş yavaş vazgeçtiğimi söylemek isterim. Elbette sokağa çıkabildiğimiz günler birkaç ay içinde gelecek, fakat bu süreçte edindiğimiz alışkanlıkların da bir kısmının bizimle kalacağını tahmin etmek zor değil. Bat’nın ahlakı gibi virüsün de olumlu yanlarını alacak olursak görüşemediğimiz arkadaşlarımız, sevdiklerimizle görüşememenin suçluluğunu taşımak yerine online platformlarda buluşabilmek beni rahatlattı, bunu gelecekte de kullanacağımızı düşünüyorum. Dayanışma ile.
*Müstear isim kullanılmıştır.