Geçmiş zaman olur mu ki?

sirma-gokcetepe

Bir aydır evdeyim. Cumartesiden cumartesiye sayıyorum hala, yani zaruri ihtiyaçlar dışında sürekli evde olduğum dört hafta. 

Virüs Türkiye’ye, daha doğrusu resmi mercilerin açıklamalarına giriş yaptıktan sonra, duraksamadan evden çalışma düzenine geçebilen şanslı azınlıktayım. Hala genç gibi olduğumdan, kişisel OHAL’imin (bu tanımı devleti temsil edenlerin sesiyle/ yüzüyle düşündüğümde bir çarpık gülme geliyor tabii) ilk günlerinde dışarı çıkmayarak herkesi koruduğuma, evde oturmamın işe yaradığına inandım. Sonra zaman geçtikçe ve benim yaşlarımdaki hemşireler, doktorlar, kargo ve market çalışanları, gazeteciler hastalandıkça, işçiler göz göre göre çalışmaya gitmeye zorlandıkça bu “işe yararlık” hissi biraz geçti.

Bir “sivil toplumcu”nun işinin çoğu, çoğunlukla “sahadadır”. En azından benimki öyleydi. Fiziksel mesafelenme öğütleriyle birlikte sahalarımızın işleyişi de pıt diye durdu. Kolaycı pozisyon almalara ve hızlı iyileştirme girişimlerine mesafeli/ eleştirel kalmaya çalışan bir oluşumun içinde olduğumu düşünmeme rağmen, fark ettim ki, bu saha denen şeyi açıp kapatmaya karar verme lüksü de bizimmiş. Destek olmaya niyet ettiğimiz kişilerle buralarda geçirdiğimiz birkaç saatten daha öte bir iletişim kurmaya vesile olacak pek aracımız da yokmuş yani. Bu sivil toplum alanında diyelim hadi, neler oluyor, kimler kimlerle nasıl var oluyor, eşitsizlikleri yok edelim derken nasıl yeniden üretiyoruz, bunlar mühim sorulardır ama cevaplar bu metni iç dökmeyle tenkit melezi bir şeye dönüştürür ki, şu zamanlarda “bir sivil toplum çalışanının serzenişleri”ni okumak istemeyebiliriz. Projelerimizi –fon veren kuruluşa verdiğimiz sözleri- eğip büküp, online toplantılarla idare etmeye çalışıyoruz şimdilik.

Dört haftadır evdeyim diyordum. Bu dertten önce de, doktora yeterlilik sınavına hazırlanmaya niyet ettiğim bir süreçteydim. Etrafta sıkça karşılaşılan bir tür inanç ya da direnç, yarı zamanlı işlerle geçinmeye uğraşıp bir gün o çok istediği işi yapacağını ummak ve buna “yatırım” yapmak. Benim durumumda bu beklenti akademisyen olmaksa durumun kendisi trajikomik sayılabilir, çünkü bir üniversitede –hele de özel üniversitelerin panayırında-  çalışmayı, gönlümü kaptıracağım bir işe benzetemiyorum hiç. Buna rağmen neden doktora eğitimini sürdürüyorum oldukça iyi bir soru ama yukarıda kaçındığım cevaplara benzer sonuçlarından korktuğumdan, olası cevapları da canım arkadaşlarımın kafasını şişirme zamanlarına bırakıp beni Zoom’dan atmayacaklarını umarım.

Evet, bir süre evde kalacağımız belli olunca kendi kendime dedim ki, üf şahane fırsat, ben şimdi bu doktora yeterlilik sınavına nasıl çalışırım belli değil. Sözlü sınavda hocaların karşısındayım, bilmiş bilmiş konuşuyorum, her soruya akıllıca bir cevabım var filan, iyi geldi böyle düşününce. Gaza geldim yani dostlar. Sonuç çok hüsran, bildiğiniz gibi değil. Ama önemli de değil. Bu süreçte aşırı verimli olmamın ne kadar uyduruk bir hedef olduğuna ikna oldum biraz. Evi de azıcık saldım ne yalan söyleyeyim, yemeği, bulaşığı, temizliği, alınan her şeyi silmesi falan derken nizam ihtiyacı tarafından yutulmak istemem. Bir de ev işlerinde “elim çabuk” değil; dizi izlemeye, yanlış olduğu gün gibi açık kararları alıp duranları, her şeyin doğrusunu kendilerinin bildiklerini düşünenleri kınamaya falan az zaman kalıyor.

Bunların yanı sıra, dertlerimi, adaletsizliğinin boyutlarını kavramakta zorlandığım, önüme haber metinleriyle düşen dayatmaları, bazen korkudan bazen öfkeden bazen de üzüntüden ellerimi uyuşturan halleri, evde oturma ayrıcalığıyla başına işler gelenleri yalnızca izliyor olmanın sıkıntısını ve yine de direngen yaşamı, küçük küçük kıpırtıları, dayanışmayı paylaştığım dostlarıma şükranlarım var. Kendilerine kocaman sarılabileceğim günlere, umutla.

Sırma Çiçektepe

Bir cevap yazın