Can Alaşar*
Sabah kalkınca ilk işim bilgisayarı açmak. “Available” olduğumu görsünler de dırdır etmesinler diye. Sonrasında bir su iç, kahve yap derken özel alanımı iş arkadaşlarıma açtığım bir toplantıya katılıyoruz. Gece 22:30’lara kadar çalıştımlar, hafta sonu için bağlanma izni talep etmeler. Sen ne yaptın, bu işte durumumuz nasıllar… Herkesin itiraf edecek bir şeyleri var. Bizim için distopik olan bu yaşadıklarımız patronların ütopyası haline geldi. Sıkıntıdan çalışıyorum diyen insanlar var etrafımızda hep. Eğer gerçekten çalışmak sıkıntıdan kurtarıyorsa insanların çok sıkıcı hayatları varmış gibi geldi bana.
Bakmayın siz benimkisi de bir inat. İş dışında çok da eğleniyor değilim ama yemin verdim sıkıntıdan çalışmam. Mesai saatlerine uyma inadı bu. Bazen düşününce ya Salı günü ağırdan alayım çok çalışmayayım, Cumartesi bağlanır hallederim diyorum kendi kendime. Bu olağanüstü günleri üzerimdeki iş yükünü yaymada kullanabilirmişim gibi geliyor. Sonrasında bunun olmayacağını görüyorum. Esnek kelimesini her duyduğumda bulanan midem bana bir şeyi anlatıyor: iş esnekleşmez, daha da artar. Eğer sınır çizmezsen bütün zamanına yayılma hevesindedir. Büyük İskender gibidir, zaman, iş için fethedilecek ülkelerdir, boş zaman gördü mü kuşatır, neden çalışmayacağım zaten bir şey yapmıyorum diyen ajanlarını sokar boş zaman ülkesine. Sonra bir bakmışsın o ülkenin ismi de çalışma ülkesi olmuş. Daha önceleri çalışmadığın bu zamanda, artık çalışmadığında neden çalışmadığın sorgulanır olmuş.
Çalışmanın bu yayılımcı politikası aynı zamanda insanın kendisiyle ilgilenmesi gereken zamanını da alıyor. Yöneticisiyle kavga edip hastalananlar, iş intiharları, gördüğü mobbingin bedende yarattığı yıkım. Çalışmadığın zamanlarda da bunlarla uğraşıyorsun. Ben de bu satırları normalde çalışmam gereken saatlerde yazıyorum. Bu yaptığımda ahlaksız hiçbir taraf yok. Mesai kurallarını hep ihlal edenler bunu sonsuz bir güvenle, ahlakla yaptılar. Ben de elimden geldiğince mesaiden çalacağım. Dişe diş, göze göz. Madem ki bu salgın koşullarında bile, biz ölümlülerden yüksek performans bekliyor sevgili patronlarımız, kendileri #evdekal hashtagleri ile sosyal medyalarında duyar kasarken, “ama bu işin yetişmesi lazım” diye mail atmaktan hiç utanmıyorlar, benim utanacak hiçbir şeyim yok.
Yalnız evlere tıkılmış olduğum için daha fazla kendi intikamımın peşine düştüm. Dün sokaklarda gezerken şimdi evden çıkamamak ama sokaklarda gezdiğin gün de yarın işe gideceğin için erkenden eve girmek zorunda olmak, insanı düşündürtüyor. Yarın başka bir gün yine böyle olursa, ömrümün çoğunu işte ya da evde geçirmiş olacağım. Gördüğüm, gerçekten de bu kadar çalışmamıza gerek yokken neden pandemiler arasında sokağa çıktığım ofise gittiğim ve evde durduğum bir yaşamı arzulayayım ki? Daha az çalışmak zorunda olduğumuz çok bariz bir gerçek. Beyhude uğraşıyoruz. Haftanın 5 günü en fazla 6 saat çalışsak neyimize yetmez. Ben 2-3 kişinin işini yaparken öteki insanlar nasıl işsiz kalmasın ki?
Hem o kadar çok çalışınca sağlık mağlık da kalmıyor. Bütün dünya sağlıktan konuşurken, biz performanstan konuşunca delirecek gibi oluyorum. Akşam en hızlı yapılabilecek yemeklerle kendimi hep idare ediyormuşum gibi oluyor. Halbuki bugünler idare edilecek günler değil. Zaten neden idare edelim ki, eğer hep birileri idare ediyorsa patronlar idare etsin. Kârlarından biraz “feda-“kâr”lık” yapsınlar. Tostlarla geçiştirilen kahvaltılar, akşam yenen makarnalar insanın kendine bakması gerektiğini bangır bangır her yerde söyleyen doktorların tavsiyelerine uyuyor mu?
Hep bunları düşünüyor değilim. Her gün kalkıyorum, online oluyorum. Hayatımızın bir kısmı onlineken artık hep onlineız. Çünkü “efendi çalışmıyormuş” demesinler istiyorum. Sonra bir toplantı, sonra aceleyle öğle arasına denk getirilmiş bir kahvaltı. Sonrasında çalışma, çalışırken neden çalıştığını düşünme. Az gençliğini hatırlatan müzikleri dinleyerek kendini tazeleme. Aa biz lisedeyken dinlerdik bunları diyorsun ama artık lisede değilsin. Omuzların acıyor bir masa başında oturmaktan. Hiç evde çalışmadığın için dandik bir sandalyenin üzerinde iki büklüm olmuşsun ancak yalan da olsa hoşuna gidiyor. Sonrasında akşam olur, kapatırım bilgisayarımı.
Bir şeyler yerim, biraz hareket ederim. Sonrasında uyurum. Tekrar aynı döngü başlar. Sorun döngüsellikte değil, sonuçta lisede değilim, bir düzenimin olması hoşuma da gidiyor. Sorun bu döngünün sürekli benden bir şey talep etmesi. Yaşayabilmek için bu kadar çok şeyler yapmak zorunda mıyız? Neyse, çoktan yanmıştır sarı ışık. Gideyim de yeşil ışığı bir daha yakayım. Beni görsünler.
*Müstear isim kullanılmıştır.