İç içe geçmiş zamanlar

kim_murton

Nisan Küçükkaptan*

Siz kaç haftadır evdesiniz? Biz 5+6. Hamilelik döneminde öğrendim bu hesaplamayı, böyle konuşuyordu doktorlar ve diğer hamileler. Meali 5 hafta 6 gün 🙂 Her gün kapıyı çekip; evin işini-yemeğini, çocuğu, evdeki hayatı arkasında bırakabilen çalışan bir anneyim. Bu da evde kalmak, daha doğrusu evdeki çocukla-yemekle-temizlikle birlikte evden çalışmak için uzun bir süre. Benim için öyle. 

İş yerindeki işlerin yoğunluğu ve kendimizi karantinaya aldığımız için, normalde elini üstümüzden çekmeyen, “anneannenin” yanımızda olmayışıyla, ilk üç hafta cinnetli sahnelerle, sakinleşmek için alınan derin nefeslerle, şimdi şu kapıyı açsam sonra da bi kaçsam bi kaçsam hayalleriyle geçti. Normal şartlar altında prensip olarak TV izlettirmediğimiz bebe ekran bağımlısı mı olacak kaygısı, hadi kahvaltı ettik bu çocuk öğlen ne yiyecek stresi, çocukla yeteri kadar ilgilenemedim hep savdım başımdan, yeterince iyi bi anne değilim, şu dosyayı geç gönderdim yeteri kadar verimli değilim, bak adamla yine kavga ettik ben mi çok şey istiyorum yoksa ilişkiyi yeteri kadar iyi idare edemiyor muyum? Derinlerden gelen bir yetersizlik – yetememe hissi.

Yetemiyordum çünkü işteyken evde, evdeyken işte bıraktığım tüm zaman dilimleri iç içe geçmiş; tüm “ben”ler kafamın içinde birbirlerine çarparak yetişmeye çalışıyorlardı. Şimdiye kadar önceliklerimiz belirli gün ve saatlere ayarlıyken şimdi her şey bir anda ve aynı anda öncelikli oluvermişti. 

Bir yandan kendimi sorumluluklarımla sınayıp kırık notlar verirken bir yandan zam alamayacağımız, yıllardır beklediğim aslında terfi bile olmayan terfinin olmayacağı, başka şirketlerde ücretsiz izne çıkarılan arkadaşların haberleri, dışarıda çalışmak zorunda kalanları düşünmek ilk üç hafta beni biraz yordu. Tüm bunlara ses çıkaramayıp işim olduğu için şükretmek, evet gerçekten de şükredilecek bir şey işimin olması, ama yine de bu şükürün arkasına saklanıp sermayenin bize istediği her şeyi kabul ettirebileceğini düşünmek de yordu. Aslında, daha önce benzerini kimsenin yaşamadığı, kimsenin hakkında net ve güven veren (geçecek ya da hepimiz öleceğiz gibi) bir yorum yapamadığı, tüm dünyanın sürüklendiği bu belirsizlik de yordu. Virüsün görünmezliği, her an her yerde olabilme ve başımıza her işi açabilme ihtimali de öyle.  Bu kadar yorulmak belki de aniden değişen düzenin ve dışarda büyüyen kaygının bir karın ağrısı, bir başetme sancısıydı.

Sonra dedim ki yeter! İşe de, eve de, bebeye de, adama da, kendime de yeter 🙂 İlk iki hafta gündüz hissettiğim verimsizlik acımı gece 3’lere kadar çalışarak dindirmeyi denedim. Pek tabii sabah da erkenden çocukla başlıyordu mesaim. Sonsuza dek içinde kalacakmışım gibi ruhumu sıkan bu kısır döngünün; kümülatif uykusuzluğa, haliyle ekstra strese ve beraberinde tolere etme gücümün hızla düşmesine neden olduğunu kabullendim. İş saatlerimi düzenledim, sınırlandırdım. Belli bir saatten sonra işe bakmak yerine, bir bölüm dizi izlemek, bir dostla konuşmak, ertesi güne bir çorba kaynatmak gibi daha yararlı aktivitelere vakit ayırmaya karar verdim; çünkü işin sonu yok 🙂

Yardımsız geçen son haftayı daha düzenli uyumaya çalışarak, kendime ve yeteneklerime daha az yüklenerek, çocuğumla oyun oynarken sadece onunla oyun oynayarak -telefondan mail takip etmeyerek mesela- görece daha hafif atlatmayı başardım. Aslında her şeyi tek tek yapmaya çalıştım son hafta. Ayırabildiğim kadarıyla ayırdım zamanı ve sıfatlarımı. 

Sonra da annemi çağırdım 🙂 3 haftadan sonra annem gelmeye başladı yardıma yine. Yoksa ben istediğim kadar böleyim zamanı; çocuk, iş işleri, ev işleri, eşimle çakışan toplantı saatleri hala hayatımın orta yerinde duruyorken nasıl rahatlayabilirdim. 

Aynı anda bir sürü kişi olup bir sürü işi layıkıyla yapmanın tek yolu super güçlerimizin olması. Kendimizi bu super olmayan halimizle sevelim. Bu süreçte çocukla evden çalışmak zorunda kalan, bakıcı desteği alan / alamayan tüm annelere sıkıca sarılıyorum. 🙂 Dayanışmayla…

*Müstear isim kullanılmıştır

Bir cevap yazın